';
305. Sayı / 8. Sayfa

Miladi Tarih: 14 Ocak 1897

Rumi Tarih: 2 Kânunusani 1312

7. Sayfa
2 Yazı
9. Sayfa
2 Yazı
Musahabe-i Fenniye

Fennin terakkiyat-ı hazırası – Fennin iflası – Fenne dair münakaşat-ı kalemiye – Beyoğlu’nda sinematograf – Tetkik-i hareket – Havalarda adem-i ıttırat – Avrupa’da da bundan şikayet – Ormanların ahval-i havaya tesiri – Buz ve dolu – İncimatta billurların eşkal-i latifesi

Malumat-ı beşeriye ve müstehzarat-ı zihniyeye umumiyetle fen ve marifet ıtlakı sahihti. Fakat hikmet ve kimya gibi müşahedat ve tecarib-i sahihaya müstenit fünun-ı cedidenin tedevvününden sonra maddeten ispat ve iraesi mümkün ve her aklın kabulüne mazhar olan cihetler “fenni” addedilmeye ve 2+2=4 gibi gösterilemeyen hususat-ı daire-i fenne ithal olunmamaya başladı.

Fünun-ı cedidenin tedevvün ve terakkisi sayesinde heyet-i içtimaiye-i beşeriyede medeniyetin ne kadar ileriye gittiği zahir ve gayri-münkerdir.

(…)

Beyoğlu’na gidenler yahut Servet-i Fünûn’ı muntazaman okuyanlar (Dipnot verilmiş: Servet-i Fünûn – numara 301– İstanbul Postası.) Sponik [Sponeck] Gazinosu’nun üstüne bir sinematograf makinesi getirilerek -ilanında denildiği gibi- canlı levhalar ve resimler seyrettirildiğinden elbette haberdardırlar. Edison Darüssınaa’sının mahsulatından olan bu makineye dair vaktiyle hayli malumat verilmişti. Saniyenin yüzde biri kadar bir zamanda kendisine arz edilen resmi zapt edecek derecede hassas fotoğrafı levhalarıyla bir cism-i müteharrikin müteakiben ve mütevaliyen mutat resimlerini almak ve bu resimleri süratle göz önünden geçirerek veya gözün nasb-ı enzar eylediği bir yere aksettirerek o cismi hareket ediyor gibi göstermek. İşte esas, bundan ibaret. Biz Beyoğlu’na gidecek erbab-ı temaşayı kendi keyfine bırakarak bu makinenin ne gibi tetkikat-ı fenniyeye vesile olduğunu tetkik edeceğiz: (…)

Trablusşam Mutasarrıfı Saadetlü Ziya Paşa Hazretleri (Üstte)
Trablusşam’ın Kaleden Görünüşü (Altta)

[Hususi Fotografimizden]

Buharlı Arabalar

Buhar ile araba işletmek şimdi artık yaşını başını almış, bol bol bir asırlık ömür sahibi olmuş bir meseledir. Bin yedi yüz yetmiş, yetmiş beş senelerinde, belki daha evvel bir tarafında koca bir kazan, birçok borulur, üstüvaneler, dişli dişsiz çarklarla dört tekerlek üstüne konmuş bir iptidai vapur makinesinden başka bir şey olmayan, oturacak mahalleriyle beraber dehşetli bir sıklet peyda ederek saatte – yerine göre  – üçten nihayet on kilometreye kadar kat-ı mesafe edebilen arabalar tek tük işletilmekteydi. Bin sekiz yüz elli senesine kadar bir hayli mevani ile beraber bunların ıslah ve ikmali için sarf-ı mesaiden geri durulmadığı halde ciddi bir terakkiye destres olunamamış, hatta bin sekiz yüz otuzda demir yollarının kesb-i intizam ile Avrupa’da taammüme başladığı zaman her ne dense bu iki vasıta-ı nakliyeye taraftar olmayan ve yahut atisini meçhul gören bazı eşhas tarafından, lokomotiflere buharlı arabalarla rekabet etmeye pek ziyade çalışılmış ise de muvaffakiyet hâsıl olamamıştır.

(…)