11
Pol Erviyö [Paul Hervieu] ve Asarı
Pol Erviyö [Paul Hervieu] 1857’de Paris’te orta hâlli bir aileden dünyaya gelmiştir. İlk tahsili o zamanlar Ponapart [Bonaparte] unvanını taşıyan Lisekondorse’dedir [Lycée Condorcet]. Hukuk fakültesine devam ile lisansiye olarak çıkmış ve diplomasi mesleğine girmiştir. Fakat edebiyat hakkında beslediği hürmet-i mahsusa, hiss-i perestişkârane, meyl-i tabii kendisini nezaretlerin mutantan ve müdebdeb kalem odalarında evrak-ı siyasiye tanziminden feragate mecbur ederek muktedir bir romancı, büyük bir temaşa-nüvis sıfatıyla âlem-i neşriyata sevk etmiştir. Erviyö bu mesleğinde süratle yol alarak ahiren henüz pek genç addedilecek bir sinde iken müteveffa Eduar Payeron’un [Édouard Pailleron] yerine akademi azalığına intihap edildi ki bu şimdiye kadar pek az zevata nasip olmuş mazhariyetlerdendir.
Mösyö Erviyö “mond” namı verilen âlem-i hususiyetin en doğru musavveridir. Fransa edebiyatında “modernizm” denilen bu meslek-i tahririn muhterileri Anry Lavdan, Moris Dune ve Jip’dir [Gyp / Countess de Martel de Janville]; fakat bunların romanlarıyla Erviyö’nün eserleri arasında tarz-ı tertip ve ifadece pek esaslı farklar vardır. Esasen bu usul hayat-ı cariyenin her an mütehavvil olan zevahirinde, ruhların hevai infialat ve ihtirasatında, modaların eşkâl-i acibesinde, muhaveratın garabetindeki en yeni, en firari, en tıflane, en gülünç şeyleri zapt ve kayıt etmekten ibarettir. Bunun üslubu da Bufon’nun [Georges-Louis Leclerc, Count de Buffon] muharrirlere tavsiye ettiği kavaid-i esasiyeye tamamen muhaliftir. Bir sinematografın harekât-ı aniyesinden daha seri darbelerle birtakım elvah-ı hayatiyeyi, hakayık-ı meşhudeyi tespit ve irae eder. Bunda muvaffakiyet için pek çok zarafet-i fikriye lazımdır. Hâlihazır sarf-ı hakikat değildir, belki şiirde, nesirde, musikide eşkâl ve elhan-ı mülevvene ile inikâs ettirilen hayatın şuh ve güzel bir parçasıdır.
(…)
Japon Kadınları
İhtimal ki bu aksa-yı şark cezire-nişinlerinin o kadar zarif ve rakik olan sanatkârlıklarına muhabbetimdendir, nerede Japonya’ya ait bir satır görsem okumadan geçmem… Bu hafta bir risalede “Japon Kadınları” diye güzel bir bent okudum, mealini muhtasaran şuraya naklediyorum.
Japon kadınları deyince göz önüne iptida bir yelpaze, sonra balmumundan bir çehrede çekik iki göz, daha sonra ortasından büyük geniş bir kuşakla sıkılmış bol bir kumaş yığını gelir. Bu heyet-i mecmuada öyle garip bir tenasüp vardır ki insan teferruatın nispetsizliğiyle meşgul olamaz. Her kadın üzerlerine top top kumaşlar sarılmış bir kukladır. Kendilerini yalnız resimlerinden tanıdığımız bu kuklaların o şişkin etekle, o rüzgârlı yenlerle mümkün değil hareket edemeyeceklerini zannederiz; değil mi? Hâlbuki Japon evlerinde her iş kadınlarındır.
Ailelerin erkek çocuğa olan rağbet ve muhabbeti ev işlerinin tekmil ağırlığını kızlara tahmil etmiş; en çetin, en muzic, en kirli hizmetler o zayıf ellere bırakılmıştır. Bir kız iş görecek sinne gelir gelmez evinin gedikli bir hizmetçisi olur. Doğan çocukları yatırmak, kaldırmak, temizlemek, yedirmek, içirmek gezdirmek… Bu gezdirmek bazen sabahtan akşamlara kadar arkadan taşımak demektir. Hepsi, hepsi küçük Japonezin vezayifidir. Biçare, kardeşlerinin dadılığını ettiği kadar evin işlerini de görmeye mecburdur; bunun için ekser geceler uykusunu feda eder.
(…)