“Aşk-ı Memnu”
-Geçen nüshadan mabad ve hitam-
Geçen nüshada hikaye bu demiştim, halbuki haksızlık ettim; zira hikaye bu değil, hiç değil; çünkü muharrir daha haris davranmış, sade Nihal ile kanaat etmemiş, Bihter’le Behlül’ün hayatını yazmak istemiş, hatta ikinci üçüncü derece eşhasın hepsini izah ve tasvir etmiş; bir anda Bihter’in, Adnan Bey’in, Behlül’ün Firdevs Hanım’ın, Beşir’in, yalı hayatının cümlesini idare etmek istemiş, işte bundan, birtakım fazlalıklar, lüzumsuzluklar hasıl oluyor, ve bunlardan hikayenin cereyan ve selasetine halel ve teşevvüş geliyor. Bunların her biri, ayrı ayrı, enfes birer eser olmakla beraber, eserin heyet-i mecmuasını, ruşeni rahnedar ediyor. Bu parçaların arasında, daimi surette, bir tertipsizlik, bir adem-i tevafuk, bir düzensizlik his olunuyor. Merak, ara sıra, kesret-i vukuattan gaip ve zail oluyor, tesir sektedar kalıyor, ve hiçbir zaman bu his mahvedilemiyor: Sanki bu muhtelif anasır arasında bir bigânelik, sade fena bir lehim var: Mesela Beşir meselesi, esere faydası kadar zarar da veriyor; bizzat, bunda feci bir ders var, bir güzellik var, vukuat arasında, kimsenin fark etmediği bu facia, vukuattan olan, herkesin ihmal ve lakaydisi arasında sürünerek nihayet hanımı için son fedakarlıkla can veren bu köle hikayesi aslında pek müessir, pek feci olmakla beraber, teşevvüş-i vukuat arasında, bunun kariiler de eşhas-ı vukua gibi farkında olmuyorlar. Lüzumsuz diyebileceğim bir parça da kitabın ilk sayfalarını imla eden Melih Bey takımının tarih-i ahvalidir; bunun cereyan-ı vakada Beşir kadar bile tesiri yok, belki merakın teehhürünü mucip oluyor; sonra, muharrir bu kadar tamaın mucip olacağı tabii bir perişanlıkla, bütün tasvirlerinin yerlerini hakkıyla tayin edemediğinden Behlül’ün tarifi, mürebbiyenin hayatı, Nihal’in, Bihter’in, Adnan Bey’in tasvirleri gibi, az çok mühim olan şeyler, öyle yerlere rast geliyor ki romanın heyet-ı mecmua hissi bundan da sakat kalıyor, aksam-ı muhtelife hep birden idare olunamayarak dağınık duruyor. Tıpkı gayet esir-i heves bir zenginin ölçüsünü, tertibini muhafaza edemeyecek surette gafletle eklenmiş birçok kanatları, daireleriyle ne fikren ihata edilir, ne muntazaman gezilir bir kâşanesi gibi, tenasüpsüz, tenazürsüzlük var. İşte en büyük kusur, bana göre romanın asıl kusuru, asıl ve hemen hemen yegane kusuru… Zira, bu kâşanenin dahli, o salonların, odaların tefrişatındaki servet ve nefaset, bunların kıymet ve ehemmiyeti, bunların sanat ve nedreti: İşte bunlar o tevazünsüzlük tesiri ile beraber sadece hayran ediyor, her kısmın ayrı ayrı vereceği şevk ve hayret ile buraya giren çıkmak istemeyerek bu nefais huzurunda vala ve müştak kalıyor: O kadar nefis…
(…)
Boğaziçi, Eylül 316 – Mart 317
Fransa’da İntikalat Kanun-ı Cedidi ve Teklif-i Müterakki
Fransa meclis-i mebusanının son devre-i içtimaını, birtakım mesail-i dâhiliye-i siyasiyeden başka, iki mühim mesele-i maliye işgal eylemiştir: Biri müskirat kanunu, diğeri de intikalat-ı resmî. Bunların birincisiyle bir tarik-i müstakime doğru ilk adım atılıyordu; ikincisiyle bir rah-ı zelalete giriliyor. Fakat fena bir hareketi men etmek, iyi bir harekette bulunmaktan her halde daha nafi ve müfid iken, yine mecliste ikinci kanunun kabul ve tasdikine ika-ı memaniet edecek kuvvetli bir sada işitilmedi. Erbab-ı ilim, pek çok defalar olduğu gibi, bu kere de bütün metanet-i itminanlarıyla, kavanin-i tabiyenin hakikat-i mutlakasına karşı besledikleri bir itimad-ı fevkalade ile bağırdılar, bağırdılar; lakin muvaffak olamadılar.
(…)