Ekmek yoğurmak – Tereyağı çıkarmak – Makineli yemlik – Amerika’da erik mahsulü – Elektrikli fırça – Alat-ı muhtera-i cedide
Fırından çıktıktan sonra iştiha-aver kokusu, güzel rengi ile nazar-ı zaikaya gayet hoş görünen – esas gıda – ekmeğin tarz-ı ihzarını elbette bilirsiniz değil mi? Tabii mayalı hamuru yoğururlar, sonra fırında pişirirler. İşte ekmeğin şu yoğurulmak meselesi daima âlem-i sanatta itiraza uğrar. Öyle ya her türlü hidemat-ı beşeriyeyi makinelere gördürerek zamandan ve ücretten kazanmak çareleri elde dururken nakit ve zaman nokta-ı nazarınca kârından başka hamurun el ile ayak ile yoğrulması gibi çirkin manzarasını izale eyleyecek makineler niçin yapılmıyor, yapılmış ise neden dolayı kullanılmıyor? (…)
Sade ekmek yoğurmak mı ya? Tereyağı imalatında dahi böyle bir hâl vardır. Süt güzelce yayıkta sallanıp yağı çıkarıldıktan sonra içindeki hava kabarcıkları ile süt taneleri de ayıklanmak lazımdır, bunları yağın derininde bırakırsak bilahare acımasını mucip olur. (…)
Makineye iş gördürmek sırasında garip bir şey daha işittik. Bu da rahatını gözetir bir seyisin icadı. Malum ya, hayvanlar geceleri de ot yahut saman yerler, alel-husus bunu vakt-i muayyende ararlar. Fransız seyislerinden birisi vakitsiz uykusunu feda etmekten ise bir münebbihli saatin yardımıyla hayvanlarına tam zamanında ot vermeye muvafık olmuş. Nasıl diye sorarsınız değil mi? Münebbihli saati yemliğin yukarısına takmış, makinesinin içine bir yay uydurmuş ki münebbihin hareketiyle beraber yay bir bıçağı tahrik eyliyor, bıçak da önündeki sicimi kesiveriyor.
Bu sırada şişe fabrikalarına ait bir icadı söylemeli ki tesri-i ameliyattan başka hıfzıssıhhate de yardımı vardır. (…)
Şu Amerikalılar da hakikaten gabur âdemlerdir. Her neye merak ederlerse büyük miktarda yaparlar, çoğundan lezzet-yab olurlar. Mesela ev yaparken yirminci kata kadar çıktılar, şimendifer süratinde Avrupa’yı geçtiler. Bu defa da Kaliforniya kıtasının erik mahsulatını hikâye eyliyorlar: Vaktiyle altın madenleriyle nazar-ı dikkat-i kâinatı celbetmiş olan bu kıta gittikçe erik mahsulatını arttırmış. Yakında tekmil dünyanın kuru veya yaş erik istihlakatını temin eyleyecek raddeye gelir diyorlar. Baksanıza, şimdi 17000 hektar arazide erik fidanı yetiştirmişler, bu sene tamam yüz elli milyon kuruşluk mahsul almışlar. (…)
Avrupa’da kadın erkek, erbab-ı haysiyet ve şöhretten biri vefat etti mi hemen sandığı, dolabı, çantası, çekmecesi karıştırılarak kâğıt, yazı namına her ne bulunursa toplanıyor. Bazen ötesi berisi şerh ve izah edilmek, bazen her noktası ayrı tetkik ve muahaze olunmak, bazen de hiçbir tarafına hiçbir şey ilave edilmeyip hâli üzere ve yalnız tarih sırasıyla bir tertib-i tabii altına alınmak suretiyle kitap hâline getiriliyor, basılıyor; üzerine parlak bir kap, onun üzerine daha parlak bir kıymet vaz olunuyor. Kemal-i izz ve naz ile sahne-i intişara çıkarılıyor. Allah için erbab-ı mütalaatın da bu gibi şeylere hiç merakı yoktur! Öyle ya, bir büyük muharrir veya şair veya ressam veya her kim ise biri ölmüş. Bunun hâl-i hayatında şuna buna yazmış olduğu mektupları – ki her biri ahval-i hususiye ve mahremanesinin bir defter-i icmalidir – okuyup da ne yapmalı? O gibi sırf şahsi, sırf hangi şeylere kesb-i vukuf etmekten ne istifade hasıl olur? Eğer mektupların sahibi neşrolunmalarında bir fayda tasavvur etseydi, bu kadar asarı var, o meyanda bir münasip unvan ile bunları da ortaya çıkarmaz mıydı?
Evet, çıkarırdı ama bir fayda memul etmemiş, çıkarmamış. Vefatından sonra varisler, hususiyle naşirler o faydayı -kendileri için, hem de pek büyük olarak- görüyorlar. Mektuplar, nameler, el yazıları, yarım bırakılmış manzumeler, ikmal edilmemiş makaleler, titrek bir el ile her sayfası ayrı ayrı çizilip iptal edilmiş ruznameler. Hasılı birçok metrukât-ı kalemiye kitap kitap neşir ve füruht olunmaya başlıyor.
Bu iyi bir şey mi?
İşte Fransa’da evrak-ı havadisten biri şu mesele-i neşriyeye dair müellifinden Emil Zola [Émile Zola] ile Fransuva Kopen’in [François Coppée] mütalaalarını sormuş ve aldığı cevapları neşretmiştir. Zola: “Erbab-ı kalemin vefatlarından sonra bırakmış oldukları evrak-ı muhaberenin neşredilmesine muteriz değilim. (…)” (…)