“Mesele-i Müeyyide”
Maksadım geçmiş bahisleri tazelemek değil, müşahedatımı kaydetmek istiyorum.
Üç ay var ki bir ecnebi ile Osmanlıcaya çalışıyoruz. Berr-i Cedit’in tahsil görmüş ekser evladı gibi bu zevat da İbrani ve Latince nevinden bir iki lisan-ı atike vakıf. Bu vukufunun derecesini bilmemekle beraber görüyorum ki lisan öğrenmekte, hususiyle bizim lisanın – İngilizce bilmediğim için kendisine, yarı Fransızca yarı Türkçe anlatmaya çalıştığım – telaffuz, imla kaidelerini kavramakta büyük bir kabiliyet ispat ediyor. Yine görüyorum ki bu kabiliyetiyle beraber biçarenin sarf ettiği emek nispetinde kazancı yok. Aynı zamandan beri Fransızcayı da öğreniyor. Bu lisandaki terakkisi Türkçesinden çok ziyade. Vakıa Fransızcanın kendi lisanıyla karabeti olduğu için onu daha çabuk alması tabii ise de aradaki farkın büyüklüğü bu tabiiyeti kabulden beni men ediyor. Hayır, diyorum, iş yalnız lisanların karabet ve mübayenetinde değil, mazbutiyet ve perişanlığın da bunda büyük dahli var. Bir Amerikalı Fransızcayı niçin daha kolay öğreniyor? İngilizce söylediği için, öyle mi? Ya nasıl oluyor da Fransızca bize de kendi lisanımızdan kolay geliyor, biz de onu kendi lisanımızdan daha kolay öğreniyoruz?
Şu kolaylık güçlük meselesi vehleten kabul edilmeyebilir. Zannedilir ki bu bir safsatadır. İnsan yabancı bir lisanı kendi lisanından kolay öğrenemez. Fakat tecrübe gösteriyor ki aynı zamanda Osmanlıca ve Fransızcaya başlatılmış bir çocuk, ikincisini birincisinden evvel okuyup yazıyor; çünkü…
Bu “çünkü…” o kadar çok tekrar edildi, lisanımızın tahsilindeki suubet o kadar çok teşrih ve tekrar edildi ki bir de ben söylersem fazla olacak. Artık hepimiz biliyoruz. Osmanlıca serkeş bir kaidesizliğin zebunudur.
(…)