-Ali’ye-
İlk defa tesadüfen yolum buraya uğradığı zaman akşamın sükûnet-i hazinesi zılal-i eşcar arasına iltica etmiş denecek kadar her taraf sakit, her taraf pür-samt ve hayaldi. Çam ağaçlarının kuvvetli kokularıyla muattar olan bu yerlerde insan nefes aldıkça mesut ve asude bir hayatı katre katre tadıyor gibi bir lezzet, yaşamaktan mütevellit bir neşat duyuyordu. Çamlardan dökülmüş yapraklar üzerine uzanıyordum. Nazarım ilerideki yabani fındık ağaçlarının aralıklarından Mirgün [Emirgân] tepelerinde dalgalanan koyu yeşilliklerin serair-i şiirini tecessüs ederken yorgun vücudumda derin bir istirahat, gittikçe mütezayit bir rehavet hissediyor, bu mesut topraklardan kalkamamak istiyordum.
(….)
– Abdullah Zühdi Bey’e-
Sahilden Kalender’e doğru bir kesalan-ı tab-nümun ile yürüyorduk. Gözlerimiz Belgrad şahikalarının kesif yeşillikleri arasında gizli gizli süzülen güneşin tesir-ı gurubuyla yarı kapalı… Dudaklarımız, Boğaziçi akşamlarına mahsus o yasemin kokularını andıran, fezayı iri parmaklarıyla seve seve, okşaya okşaya, temiz dudaklarıyla eme eme öpen nesimin buy-ı nerminini içmek için nim-küşade… Yürüyorduk.
(…)
(Mabadı gelecek hafta)