-Faik Âli’ye-
Üç sene evvel bir müzayededen satın alınmış bir kitap içinde bulduğum bir kâğıtta şu satırları görmüştüm:
“Of, boğuluyorum; ne yazacağımı bilmem ki… Bir şeyler düşünmek, bir şeyler yazmak istiyorum, öyle bir şeyler ki başımdaki girdbad-ı efkârı durdursun, biraz nefes alayım… Neydi bugün gördüklerim, onlar neydi?
Hepsinden evvel ben kimim? Çocukluğunu pek az tanıyan, anasını görmeden, babasının kim olduğunu anlayamadan kimsesiz kalmış bir çocuk, on yaşına kadar akrabasından birinin dest-i ihmalinde büyümüş bir öksüz…
(…)
-17 Kânunusani 1316-
“Sada Yako [Sada Yacco]”
Nazik, musanna, nazar-firib asar-ı nefisesiyle nazar-ı hayret ve takdirimizi kazanan Japonya bugün bize mükemmel bir sanatkâr halinde zihayat bir eser-i nefis arz ediyor: Sada Yako. Bu isim kulaklarımıza bir parça vahşi gelir. Fakat bu vahşilik mütemeddin nazarlara bir dağ menekşesinde, bir zehre-i tabii-i rebiide çarpan yabancılık kadar hoş, latif ve mahrektir. Resminde görülen o vaz-ı şuhuyla Sada Yako Japonya’nın pek güzel kadınlarından birini irae ettiği gibi yine Japonya’nın, hatta bütün dünyanın büyük sanatkârlarından birini de piş-i takdirimize vaz ediyor.
1900 Sergisi münasebetiyle Paris’te Loyi Fuller [Loie Fuller] tiyatrosunda ibraz-ı sanat eden Sada Yako’nun en büyük mahareti an-ı ihtizarı taklit cihetindeydi. Sada Yako sahnede cali bir surette terk-i hayat ederken hâzırun bu hakikat-ı ebediye-i müthişe ile karşı karşıya gelmiş gibi bütün mevcudiyetlerinde bir raşe-i hiras hissederlerdi.
(…)