Zayıf, latif, mini mini ellerin avucumun içinde titriyor. Âdeta o güzel, o ince mavi damarların harelediği gışave-i gül-reng-i taravet altındaki nazik, ince kemikler birbirine çarparak çıtırdıyor, kırılıyordu. Sesimdeki aheng-i ihtizazı hissettirmemek için bir müddet muhafazasına mecbur olduğum sükûtun verdiği hırmanı güzel ellerini sıkarken tazmin etmek istedim. Bir müddet cihet-i initaf olamayan gözlerimin dalgın heva-nişin nazarlarını sema rengindeki gözlerine çevirdiğim zaman, ah! O derya-yı kebud-ı hub ve perestişi ne kadar derin, ne kadar fırtınalı gördüm. Kalbimi zaten bir fırtına muhabbeti ile teshir eden muhabbetin o mecv-a-mevc , o lerziş-aver bakışların ile ne kadar müzdad oldu.
(…)
-10 Nisan 1314-
-4-
Asar-ı Sanat Nasıl Vücuda Gelir – Emsile-i Tarihiye
Takriben üç bin sene evvel adalar denizi sevahil ve cezairinde gayet güzel ve zeki bir ırkın zuhuru görülür ki mensubini hayatı büsbütün yeni bir surette telakki ediyorlardı. Hintliler, Mısırlılar gibi büyük müessesat-ı diniye içinde yahut Asurlular, İbraniler gibi büyük bir teşekkül-i içtimai altında kendilerini ezecekleri yerde “site” namını verdikleri küçük küçük şehirler teşkil ettiler. Bu sitelerden her biri diğer bir şehir daha tesis edebilir ve bu yeni belde serbest bulunurdu. Şu suretle Bahr-i Sefid sahilinde birçok mamureler vücuda gelmişti.
Bu mamurelerde oturanlar geçinmek için çalışmaya mecbur değildirler. Bu vazifeyi haraç-güzarlar ifa eder, hizmetlerini de esirler görürdü. En fakirinin hiç olmazsa bir esiri vardı. Zaten bu hizmet pek külfetli değildi. Cüzi bir şeyler tagaddi ederler, esvap namına kısa bir gömlekle büyük bir manto kullanırlardı. Hanelerini yalnız içinde uyumak noktasından nazar-ı ehemmiyete aldıkları için dar inşa ederler, hiç tahkim etmezlerdi. Bir yatak, iki üç testi işte en esaslı esas-ı beytiyeleri.
(…)