– Sahih haberin yok, ben muharrir oldum. Beni hiç şu sıfatla göreceğini zanneder miydin? Vilayetimin bir köşesine çekilip ecdadımın terleriyle paslanmış çapaları ele alacağımı belki tahayyül edebilirdin. Lakin matbaasında, yeşil çuhalı azim bir yazıhanenin önünde, azim bir koltuk sandalyesinde, azim bir yığın evrak içinde beni muazzam, mutantan bir muharrir göreceğini zannedemezdin. Bunu ben de böyle görmeye hülyalarımda bile alışmadığım içindir ki bak kendime güzellikle bakıyorum. Oh, aklına geleni söyleme, anlıyorum, kalben istihfaf ediyorsun, hiffetime gülüyorsun, ihtimal benden ikrah ediyorsun. Ben de öyle zannederdim. Azizim. İnsan hep uzak olduğu şeyleri fena görüyor. Yapamadığı şeyleri yapmaya tenezzül olunmayacak zannediyor. İnsan ismini bir ceridenin en parlak bir sütununda, vücudunu dünyanın en büyük – doğrusunu söylemek lazım gelirse – en kirli bir sandalyesinde görürse gözlerine bir gözlüğü, koltuğunun altına bir cüzdanı mutlaka lazım zannediyor. Şu cüzdanı görüyor musun? Bu pek lazımlı bir şeydir. Neye lüzumu olduğunu sorma. Ben bunu edindiğim vakit içine ne koyacağımı bir hayli düşündüm. Matbaaya birçok mektuplar gelmişti, bunları bi-lüzum olarak bir tarafa atmışlardı; ben onları tetkik bahanesiyle topladım, cüzdana koydum. Cüzdansız bir muharrir ne kadar mahrum-ı azimet ise evraksız cüzdan da o kadar ehemmiyetten aridir. Anlıyorsun a, bu incelikler eski kaba fikirlerle bulunup meydan çıkarılabilecek şeyler değildir. (…)
Gazeteler