Mesalik-i Edebiye
Mükevvenata bir nazar-ı ciddi-i iman atfedebilenler anlamışlardır ki muhtelif yerlerde muhtelif şekillerle vukua gelen birçok hadisatın esbabı ve suver-i vukuiyesi arasında ya ayniyet yahut kuvvetli bir müşabehet bulunuyor. Mesela, bir cismin sukutunu icap eden sebep ne ise ecram-ı semaviyede muvazeneti temin eden sebep de odur. Bu hadiselerin esbabında ayniyet-i mutlake olduğunu pek çok tetkikat ve tecarib ile tahkik eden erbab-ı irfan nihayet “Bilumum ecsam yekdiğerini cezbeder ve bu cazibenin şiddeti ecsamın kütlesiyle beynlerindeki mesafeye göre mütebeddildir.” hükm-i umumisini istihraç etmişlerdir ki işte lisan-ı fende bu hükme “kanun” derler. Yine mesela beşeriyetin terakkiyat-ı umumiyesini tetkik eden erbab-ı temeyyüz, cemiyat-ı beşeriye ile vücud-ı insani arasında bir müşabehet-i tenemmi olduğuna dikkat ederek hayat-ı cemiyeti idare eden esbap ile hayat-ı beşeri tanzim eden sebepler arasında ayniyet değilse bile gayet kuvvetli bir müşabehet bulunduğunu tahkik etmişlerdir. Bugün ilm-i muaşeret=Sociologie ile ilm-i hayat=Biologie kavanini yekdiğerine muhazi olarak mütalaa ediliyor. Hatta tetkik ilerledikçe küre-i arzın ecsam-ı mürekkebesini, feza-yı bi-intihanın ecram-ı hadd-i na-pezirane izhar ve taklib eden kavaninin de şerait-i muaşeret-i beşeriyeyi peyda eden kanunlarla münasebetini tayin ediyor.
Hadisat-ı muhtelifenin esbabı arasındaki münasebat-ı samimiyeyi ifade eden desatir-i hakikatten belki en mühimi destur-ı tekâmüldür. Tekâmül, bila-istisna her şeyin bir nokta-i kemale vusul için birtakım kavanin-i muntazama altında olarak daimi ve tedrici tahavvül hâlinde bulunması demektir. Şüphe edenlerin tetebbuat-ı ciddiye ile anlayabilecekleri bir hakikattir ki kâffe-i avalim-i suriye gibi beşeriyetin kuva-yı maddiye ve maneviyesinin de takip ettiği hatt-ı hareketi destur-ı tekâmül tayin eder. Yani kâffe-i mükevennat gibi insanın kuva-yı maddeye ve maneviyesi ve şerait-i hayat ve muaşereti daima tahavvül ede ede bir nokta-i kemale takarrübe saidir. Kuva-yı beşeriye bu destura tabi olunca o kuvvetlerin asarı olan masnuat-ı beşeriyenin de bunun haricinde kalamaması aklen zaruri görünüyor.
Bu hâlde masnuat-ı fikriyemizden olan edebiyatın, yegâne bir istisna olarak bu desturun muhit olduğu tesirattan azade kalacağı -akıl ve mantık dairesinden çıkılmadıkça- nasıl iddia olunabilir?
Evet, her şey gibi bütün akvam-ı sairenin edebiyatı gibi bizim edebiyatımız da bir intizam-ı tabii ile müselsel ve muttasıl cereyan edegelen tahavvülat-ı tedriciyeden hiçbir zaman kurtulamamıştır ve kurtulamaz. Bu cihetle edebiyatın şekl-i kadimini muhafaza arzusunu besleyenlerin şu temenni-i muhali, hikmet-i hilkate mugayir olarak sahiplerine telehhüf-i hirmandan başka bir şey kazandıramaz. Vaktiyle yazılmış beş on gazelin muhafaza-i revacı emeliyle edebiyatımızın tahavvülüne vakfe-i sükûn tahayyülü ayniyle tahdid-i hayat için kürenin hareketini tatil arzusuna düşmeye benzer. Bugünkü edebiyatı Nâbî vadisine irca etmek kuruntusuyla oyalanmak ise bir pir-i muhtezirin şebaba avdet edebilmek hülyasını beslemesi kabîlinden bile değildir. Edebiyatın tahavvülatını intaç eden esbabın başlıcaları maarif ve sanayide, ahlak ve âdatta ve şerait-i muaşerette husule gelen terakkiyat ve tebdilattır. Daha umumi olarak denilir ki fikr-i beşeri silsile-i tahavvülatında bir noktadan diğerine isal eden sebepler edebiyatı da derece derece tekâmüle sevk eder. Fikr-i beşer gibi edebiyatta da tahakkuk eden her derece-i tekâmül öyle bir neticedir ki husulünü müteakip kendisine vücut veren esbabın da tekâmülünü intaç eder bir sebep oluverir. Mesela maarif ve sanayiin, âdat ve ahlakın ve şerait-i muaşeretin terakkiyatı edebiyatın terakkisini icap ettiği gibi bu suretle hasıl olan terakkiyat-ı edebiye de onların terakkiyatını intaç eder.
(…)
Muharriri: Uşşakizade Halit Ziya
-Dört yüz on üçüncü nüshadan beri mabad-