-16-
Ten [Taine] ve Asarı
-Kable’ş-şurû’-
Bugün hayat-ı tahririyesinin ikinci senesine giren Şuayb, kardeşi Tevfik Fikret’e karşı medyun olduğu teşekküratı alenen arz ile dest-i muhteremine bir buse-i vedad vaz eder. Fikret olmasaydı bir seneden beri hemen her hafta Servet-i Fünûn karilerine takdim edilen makalat-ı naçizane yazılmayacak, belki de kimbilir A.Ş. [Ahmed Şuayb] imzası hiç görülmeyecekti. Çünkü hayat-ı matbuatımızda nazar-ı esefe çarpan bî-sud dedikodulardan müteneffir ve muhterizken ancak onun seciye-i menus ve iffetinin bahşettiği tekeffül-i maneviye iltica ederek buna cesaret-yab olabildim. Kaç defalar karaladığım kâğıtları yırtarak sevgili tetebbuata çekilmek istedim. Beni bu vakfe-i tereddütten, bu piçtab-ı efkârdan cazibe-i nüfuzuyla kurtarıp sürükleyen onun o vicdanı, lebriz-i hiss-i hürmet eden nasiye-i nezaheti, halisat-ı muhabbeti, nezaket-i etvarı, emniyet-i edebiyesi, saika-i teşvikidir. Ömrün henüz devr-i tezehhüründe bulunan bir zavallının bîtabi-i tenhayisi içinde yazdığı bu sayfalar, bütün mesai-i leyal ve nehar onundur, Fikret’indir.
(…)
Evet, hiçbir şey değil, bir âdi havadis, bir âdi kıskançlık meselesi…
Tan gazetesinin 28 Ağustos tarihli nüshasında okudum: “Bugün öğleyin Moran sokağında on beş numarada Madam Gran Giyom namında bir dikişçi kadının ikametgâhında kanlı bir facia vuku bulmuştur. Mezbure kırk bir yaşında Lui Deni isminde bir rençber ile bir müddet teşrik-i hayat ettikten sonra şimdi yalnız yaşıyordu… Bir gün Deni gelip tekrar beraber yaşamalarını teklif için Madam Gran Giyom’u bulur; kadın bu talebine mümanaat gösterdiğinden aralarında şiddetli bir münazaa vukua gelir; çok geçmeden komşuların dikkati birtakım haykırmalarla celp olunur ve Madam Gran Giyom tarafından işgal edilen küçük apartmana girildiği zaman Deni’nin kadını iki bıçak darbesiyle sol memesinin altından vurduktan sonra silahını kendine çevirip karnından tehlikeli surette cerh etmekte olduğu görülür… ilh, ilh…”
İşte beni her gazete okuyuşumda gerçekten müteheyyiç eden, sarsan şeylerden, bence asıl romanlardan biri. Okurken hemen o münasebeti ananesiyle görürüm ve böyle bir hezeyan-ı asabi arasında hem sevdiğini, hem kendini öldürmek için bu aşkın ne acı, ne kanlı, ne dayanılmaz, ne kahir bir aşk olduğunu düşünerek günlerce bununla meşgul kalırım.
Bu vakayı o tarihli Galuva[Le Gaulois] şöyle tafsil ediyor: Kadın otuz altı yaşında olup en yaşlısı on yedisinde olmak üzere iki evladı varmış. Bu yalandan aile, vakıa pek uygun görünüyorlarsa da rençber çok içtiğinden çocuklara ve ninelerine sarhoşluk arasında pek bed muamele ediyormuş. Kadın gerek çocuklara gerek kendine karşı devam eden bu su-i muameleden artık bizar olarak geçen Kânunusani’de rençberi terk eder, gelip Moran sokağında ikamete başlar. Deni birçok defalar tekrar teşrik-i hayat için yalvarır. Kadın herifin vaatlerine, vaidlerine rağmen fikrinden rücu etmez. Nihayet bugün son gelişinde evvela gayet hilimle başlar, artık bütün bütün değiştiğini, pişman olduğunu temin eder. Kadın “Ben şimdi böyle pek rahatım, neden tekrar her şeyi değiştireyim?” cevabını verir. Bu söz üzerine herif tehevvür ederek “Ya, demek kararın katidir, öyle mi?” diye sorar. Kadın “Ne kadar mümkünse o kadar…” der; fakat daha bu söz ağzındayken Deni cebinden bir bıçak çıkarıp evvela sol koluna sonra göğsüne indirir. Kadın haykırarak düşer, Deni onu öldü zannederek son bir yeisle kendini de kalbinden vurur.
Ah bedbaht, ah bedbahtlar!
Bu işte yalnız Paris’te çıkan gazetelerin nakil ve ihbar ettikleri felaketler, bir hafta zarfında bir, iki, beş değil; hepsi de kıskançlık faciası. Sevilmemekten mustarip olup deliren bir kadın, kuduran bir erkek; hep kan, facia… Sonra insan âlem-i medeniyetin bütün sair şehirlerini, onlardaki faciaları, hem yalnız o hafta zarfında vuku bulup böyle gazete sütunlarına geçecek dereceye kadar gelenleri düşünecek; bir de bin türlü riyalar, hıyanetler, zehirler altında gizlenebilen faciaları, kederleri, elemleri gözünün önüne getirecek olursa kendi hayatından korkacak derecede bir raşe-i haşyetle titrememek kabil olmaz.
Evet, bir şey değil, dört satırlık bir vaka, fakat dikkat edilince bütün bir roman. Hem işte muharririn sadakatinden, doğruluğundan şüpheye asla mahal vermeyecek, tarafgirlik davalarıyla müdafaa edilemeyecek gerçek bir roman….
Çünkü ekseriya, hemen daima vaki olduğu üzere, romanların sıhhatinden şüphe etmek, muharrirlerin tarafgirliğini, mizacını, gaflet veya mübalağasını bahane ederek okunan eser için “ Ooo! İşte bu olmaz, bu kabil değil!” demek bu meselelerde kimsenin aklına gelmez. Ten [Taine] “Roman bir aynadır ki hayat ve tabiat onda bütün vücuhuyla aks edebilir.” demişti. Hâlbuki eğer hayatı görüyor ve biliyorsak itiraf etmeliyiz ki romanlar bu vazifelerinde pek çok noksan gösteriyorlar; zira müddeilerin bütün inatlarına rağmen mesela cinayetli romanlarda fecayi-i mütevaliye ve mütetabiayı, tabiî romanlarda meskenet-i beşeriye tasviratını gulüv derecesinde bulup inanmayanlara hayatı daha sakin, daha iyi bulanlara rağmen romanlar ne kadar mübalağa, ne kadar iğrak gösterseler yine hayata yetişemezler.
(…)
-Rumeli Hisarı-