Küçükçekmece Fabrikasını Bir Ziyaret
Busketo Oteli’nin zarif salonunda bana Mösyö Taverniye’yi takdim eyledikleri zaman çehresine ilk nasbeylediğim nazar ile bu sevimli ihtiyarın meclubu olmuştum. Fransa’nın en kibar ve nazik halkından olduğu görünüyordu. Gayet tatlı bir sadası, hoş bir tarz-ı ifadesi vardı. Sözümüz tabii olarak derhal müessisi bulunduğu Küçükçekmece Osmanlı Kibrit Fabrikasına intikal eyledi. Vakıa Mösyö Taverniye memleketimizde kibrit fabrikası inşa etmek üzere istihsal-i müsaade ederek bir Osmanlı anonim şirketi teşkil eylemiş ve cesim bir fabrikayı Küçükçekmece gölüyle Edirne demir yolunun arasında vücuda getirmiştir.
Ne yalan söyleyeyim, gazeteci olmak sıfatıyla ayıp ama Mösyö Taverniye ile kesb-i ülfet edinceye kadar memleketimizde bir kibrit fabrikasının işlemekte olduğundan haberdar değildim. Yalnız biliyordum ki Küçükçekmece’de bir fabrika yapıyorlar. Acaba yapıldı, bitti mi? Mahsul çıkarıyor mu? Buraları malumum değildi. Hâlbuki fabrika geçen sene Mart’ının ikinci gününden beri işliyor, yevmiye on beş sandık kibrit çıkarıyormuş. Beher sandıkta yedi bin iki yüz kutu ve beher kutuda elli kibrit bulunduğu nazar-ı dikkate alınınca tam 56275000 kibrit eder. Bu kadar kibrit iki yüz kadar amele elinden geçerek on sekiz türlü ameliyat sayesinde meydana gelmektedir. İşte şu makalemizde her gün yakmakta bulunduğumuz kibritlerin bu on sekiz ameliyat sayesinde nasıl meydana geldiğini anlayacağız.
Fabrika Çekmece istasyonunun on dakika kadar ilerisinde, Çekmece Gölü’nün mahreci sahilinde, düzlük bir noktadır. Biz Ayastefanos’tan oraya hayvanlarla gitmiştik. Şimdi teftişat-i seneviyesini ifa ederek Paris’e avdet etmiş olan müessis Mösyö Taverniye’den başka orada fabrikanın dâhiliye müdürü Mösyö Ceym ve umur-ı ticariye müdürü Aleksanyan Efendi ve mühendislerden Mösyö Onore bizi karşıladılar. Asıl kapıdan içeri girdiğimiz zaman bütün darü’s-sınaielere mahsus bir şematet-i saiyane kulaklarımızı doldurdu. Kuvve-i buhariyenin sevkiyle dönüp durmakta olan birçok makinelerden çıkan bu şamata hakikaten pek ziyadeydi.
(…)
Levn ve rayiha – Koku ile renk arasında bir münasebet var mı? – Kokunun suret-i intişarı – Açık renk libas, koyu renklisi – Esmer ve sarışın güzeller – Kıymet nedrettedir – Sırma saçlıların hasreti – Saç suyu bezirgânlarının hakkı var – Arz ve talep – El – Falcı avuca, tabip nabza bakar – Bakmaya lüzum yok, bir temas kâfi – Amerikalıların “mikyas-ı sıhhat”i.
Fen ve marifetin terakkisinden, münasebet bulunsun bulunmasın, bahsetmek bir âdet oldu. Birtakım harikalar, keşifler, sanayinin bu kadar mahsulat-ı bediası meydandayken terakkiyi inkâr etmek de mümkün değil. Fakat insan akla hayret verecek asar meydana koymaktayken yine en adi hadiseleri de layıkıyla izah ve tefsir edemeyerek her noktada aczini gösteriyor.
Görüyoruz… Nasıl? Keyfiyet-i rüyet bugün tamamen izah edilmiş mi? Hâlâ erbab-ı fen şebeke-i ayniyeye hayalin ters olarak mürtesim olmasından ve dimağa düz gitmesinden bahseylemekte yahut bizim dünyanın tersini gördüğümüzü iddia etmekte berdevamdır.
İşitiyoruz… Nasıl? Mevecat-ı sadanın tabl-ı üznde hasıl ettiği tesirat ve ihtirazatın dimağa nakliyle… Sonra bir sahib-i tetkik çıkıyor, anadan doğma bir sağıra musiki nağamatını dinletmeye, onu bununla müteessir etmeye kudret buluyor.
Kokluyoruz… Nasıl? Rayiha neşreden bir cismin sathından, mesela bir misk parçasından gayet hafif zerrat havaya münteşir oluyor. Bir oda içinde güneşin pencereden girerek hasıl ettiği huzmeye bakarsak fark ettiğimiz zerrat gibi. Bunlardan daha dakik… İşte bunlar hava ile burnumuza giriyor. Orada bir nevi tahriş husule getiriyor. Bu his ve teessürü dimağa isale-i müvekkil olan asap hizmetini görüyor, kokluyoruz.
(…)