Buhar ile araba işletmek şimdi artık yaşını başını almış, bol bol bir asırlık ömür sahibi olmuş bir meseledir. Bin yedi yüz yetmiş, yetmiş beş senelerinde, belki daha evvel bir tarafında koca bir kazan, birçok borulur, üstüvaneler, dişli dişsiz çarklarla dört tekerlek üstüne konmuş bir iptidai vapur makinesinden başka bir şey olmayan, oturacak mahalleriyle beraber dehşetli bir sıklet peyda ederek saatte – yerine göre – üçten nihayet on kilometreye kadar kat-ı mesafe edebilen arabalar tek tük işletilmekteydi. Bin sekiz yüz elli senesine kadar bir hayli mevani ile beraber bunların ıslah ve ikmali için sarf-ı mesaiden geri durulmadığı halde ciddi bir terakkiye destres olunamamış, hatta bin sekiz yüz otuzda demir yollarının kesb-i intizam ile Avrupa’da taammüme başladığı zaman her ne dense bu iki vasıta-ı nakliyeye taraftar olmayan ve yahut atisini meçhul gören bazı eşhas tarafından, lokomotiflere buharlı arabalarla rekabet etmeye pek ziyade çalışılmış ise de muvaffakiyet hâsıl olamamıştır.
(…)
İsveç mühendislerinden olup dinamit muhteriliğiyle maruf bulunan Mösyü Noyl’un [Alfred Nobel]geçende Fransa’da kâin Sanremo şehrinde vefat etmişti. Mümaileyhin bırakmış olduğu vasiyet bu kere küşat edilmiş olduğundan muhteviyatına dair Fransız gazeteleri zirdeki malumatı veriyorlar:
Mösyö Noyl’un servet-i metrukesi Paris ve Sanremo’daki haneleri ile Londra, Paris, Petersburg ve İstokolm [Stockholm] bankalarına mevdu bulunan isham ve tahvilattan ibaret olup bunlar kâmilen füruhat edilince elli milyon frank teşkil edecektir.
Servet-i mezkûrenin faizi, kısmen hikmet-i tabiiye, kimya ve ilm-i menafiülaza ile tıpça en mühim keşfiyata muvaffak olanlara mükâfat itasına tahsis olunacağı gibi kısmen dahi beynelmilel uhuvvet-i beşeriye fikrinin daha ziyade tevsiine, daimî orduların ilgasına veyahut tenkis-i miktarına ve müsalemet-i umumiye-i cihanın teminiyle bekasına muvaffak olacak surette hareket edenlere mükâfat olarak verilmesi vasiyetnamenin cümle-i ahkâmındandır.
Muarefemiz pek sade, pek tabii surette bed’ etmişti. Muhabbetli birer nazar bizi birbirimize dost edivermişti. İptida çekiniyor, yanıma kadar sokulamıyordu. Güle güle beş altı adım atıncaya kadar gelir, kocaman beyaz kapelasının altına yığılan fistoların tentenelerin altından parlak nazarını muhterizane, muhibbane atfeder, artık pek adım atamaz, bir, nihayet iki, dururdu. Gülerek eğiliyordum. Tutmak için uzattığım elim boşa gider, korka korka bir iki adım geri çekilir tekrar yaklaşmak için başımı çevirmemi beklerdi. Nihayet bir gün cesaret etti. Bir azm-i kavi ile ağır ağır geldi. Yumuk yumuk parmaklarının içinde sıktığı gece sefalarla nergisleri avucuma bıraktı, kaçtı gitti.
(…)
Ayastefanos, 17 Eylül sene 312