Her yerde olduğu gibi bizde de asar-ı kalemiye – tesir nokta-i nazarından – iki kısma ayrılır. Bir takımı okunduğu zaman zevk ve hüsnü, fikir ve hayali tatyib ve tehziz, tenvir ve tehyiç eder. Kemal-i telezzüzle okunur. Okundukça lezzetyab olunur. Bu kısm-ı müellifanın en büyük meziyeti her vakit okunabilmesidir. İşte bu hassadır ki eserlerin ve onlara izafetle müesserlerinin beka-yı nam ve şanı temin eder.
Diğer kısma dahil olan asarın tevlit ettiği seyyale-i tesir bir an içinde ruhtan ruha, kalpten kalbe, zihinden zihne, nihayet kalemden kaleme intikal eder. Alem-i tasavvur ve tasvirde tabii ve gayr-ı ihtiyari bir tahavvül husule getirir. Bu yolda bedayi-i kalemiyenin intişarından sonra yazılan kitaplarda -yahut- bu türlü eshar-ı bahar-ı marifetin infilakını müteakiben açılan yapraklarda onların bir eser-i nüfuz-ı maneviyesi, bir nefha-i hafye-i sahiranesi müşahede ve iştimam edilir. Bu nev mücellidanın en küçük fazileti hiçbir zaman elden bırakılamamasıdır. İşte bu hikmete mebnidir ki her kavim içinde bir asırda birkaç eser eshab-ı telif ve tahrire meşk-i taklid olmak, birkaç sahib-i deha ve hüner-i erbab insaf ve vicdan tarafından üstad-ı irfan add olunmak şerefine nail olur.
Pejmürde’nin şu iki kısımdan hangisine dâhil olduğunu bizim tayin etmemize hacet yoktur zannederiz. Az bir müddet intizara katlandığı hâlde bunun -edebiyatımızca vücuda getireceği tagayyür ve teceddütten- nasıl bir gevher-i bî-paha-yı kemal olduğu kendi kendine anlaşılır.
(…)
Atmış nikab-ı hüsnün mahbube-i zerefser
Kırlar yeşil giyinmiş… Açmış bütün çiçekler.
Ahenk-riz-i gülşen mürgan-ı aşk-perver…
Cari sefada cular… Sari havaya anber.
Aks-i sehab-i rengin… Zıll-i cibal-i ahdar
Derya-yı laciverde olmakta ziynet-aver.
Envar içinde alem.. Eşvak içinde her yer.
Fasl-ı bahardır bu… Ey dilber-i semen-ber!
Kuşlar çimensiz olmaz…
Gönlüm de sensiz olmaz!
(…)